www.wsws.org/tr/2007/jul2007/turk-j11.shtml
Cumhurbaşkanlığı seçimi yaklaşırken Türkiyenin, gerek ülke içinde Kemalist düzenin kurumlarıyla ılımlı İslamcı Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) hükümeti arasında, gerekse de uluslararası planda Türkiye ile Iraklı Kürtler arasında yaşanan siyasi gerilimler tırmanmaya devam ediyor.
Türk ordusu, "silahsız kuvvetlerin" [ordunun etkili iş çevreleri ve siyasi çevreler içindeki destekçilerini tarif etmek için kullanılan bir örtmece terim] yardımıyla, her iki kampanyanın da başını kararlı bir biçimde çekiyor. Bu güçlerin en önde gelen bileşenleri Cumhuriyet Halk Partisinin (CHP) Deniz Baykalı ve görev süresini tamamlamak üzere olan cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer. Bu güçler aynı zamanda, her ikisi de ordunun İslamcı temelli Refah Partisinin büyük ortak olarak içinde yer aldığı koalisyon hükümetini deviren 28 Şubat 1997 olaylarının yan ürünleri olan Atatürkçü Düşünce Derneğini (ADD) ve Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneğini (ÇYDD) de içeriyor.
ADDnin başkanı Şener Eruygur eski bir general. Demokratik Sol Parti (DSP) ve Sosyal Demokrat Halk Partisi (SHP), aynı zamanda, geçtiğimiz yılın sonlarında "silahsız kuvvetler" tarafından düzenlenen bir yürüyüşe de destek verdiler. CHP uzun zamandır Türk ordusunun sivil sözcüsü gibi hareket ediyor. Kısacası bütün sosyal demokrat ya da "sol Kemalist" partiler bu kapsamda yer alıyorlar.
Bu kampın daha az ön plana çıkan üyeleri Türk Sanayici ve İşadamları Derneği (TÜSİAD) ve Türkiye Odalar ve Borsalar Birliğidir (TOBB). Türkiye İşçi Sendikaları Konfederasyonu (Türk-İş) ve Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu da (DİSK) Doğu Perinçekin Kemalist-Maoist İşçi Partisi ile birlikte bu kamp içinde aktif olarak yer alıyorlar. Herhangi bir partiye üye olmayan Ahmet Necdet Sezer de sık sık hükümete karşı ordunun yanında yer alıyor.
Görüldüğü kadarıyla ordunun stratejisi, şu an için Kasım ayında yapılması öngörülen genel seçimler öncesinde, bir yandan gerilimi yükseltirken, diğer yandan doğuda Kürtlerle kötüleşmekte olan durumu kullanarak seçimle iş başına gelmiş AKP hükümeti üzerindeki baskıyı artırmak. Buna ek olarak cumhurbaşkanlığı seçimi için mecliste yapılacak olan ilk tur oylamanın 27 Nisanda gerçekleştirilmesi planlanıyor.
AKP hükümeti Türkiyede siyasi İslamın ılımlı kanadını temsil ediyor. AKP 3 Kasım 2002 tarihinde, oyların yüzde 34ünü alarak tek başına hükümet kurabilecek bir farkla seçildi. Uluslararası Para Fonu (İMF) ile yakın ilişkiler kurduktan ve büyük sermaye adına kapsamlı kemer sıkma önlemlerini uygulamaya koyduktan sonra tabanının bir bölümünü kaybetti. Buna rağmen hükümet, kısmen 30 yıl süreyle devam etmiş olan yüksek enflasyon döneminin ardından ülkenin mali durumunu istikrara kavuşturmakta göreli bir başarı sağlamış olduğu için, hâlâ belirli bir halk desteğine sahip. Son kamuoyu yoklamaları AKPnin, seçmenin yüzde 25 ile 30 arasında değişen bir bölümünün desteğini almaya devam ettiğini gösteriyor. Bu düzeydeki bir destek seçimle işbaşına gelmiş bir hükümeti doğrudan bir askeri müdahale ile devirmeyi çok zor hale getirmektedir ki "silahsız kuvvetler"in oynadığı kritik rol burada devreye giriyor.
Silahlı ya da silahsız olsunlar bu kuvvetlerin ortak yanı bütün ülke çapında hızla milliyetçi bir ruh hali yaratmak konusundaki kararlılıklarıdır. Bunu yaparken uluslararası durumdan faydalanmaya çalışıyorlar. Iraka yönelik ABD saldırganlığı Türkiyenin komşularını istikrarsızlaştırmış; siyasi düzenin şovenist ve milliyetçi duyguları yaygınlaştırmak için kullandığı bir ortam yaratmıştır. Benzer bir biçimde, AB ile olan üyelik görüşmelerinde Türkiyenin bir kenara itilmesi ve sonrasında her iki taraftan gelen milliyetçi söylem -özellikle Kürt, Ermeni ve Kıbrıs sorunlarının AB tarafından bir baskı aracı olarak kullanılması- Türkiyedeki milliyetçilerin elini güçlendirdi.
Kürt krizi
Nüfusu ağırlıklı olarak Kürtlerden oluşan Türkiyenin doğusunda toplumsal huzursuzluk giderek artıyor. Bölgedeki toplumsal huzursuzluk, jandarma istihbarat teşkilatı (JİT) sivil halka karşı provokatif bir bombalama kampanyası düzenlerken yakalandıkları ve bugünkü Genel Kurmay Başkanı General Yaşar Büyükanıtın bombacılardan birinden açıkça övgüyle söz ettiği 9 Kasım 2005te Şemdinlide meydana gelen olaylardan bu yana giderek yoğunlaştı.
Geçen ay yapılan Newroz kutlamalarında, PKKyı destekleyen çok sayıda pankart ve -bu tür Kürt sembollerin kullanılması yasak olduğu halde- PKKnın hapisteki lideri Abdullah Öcalanın resimleri vardı. PKK, 15 yıl süreyle yürüttüğü askeri operasyonlara 1990ların bitimine doğru bir son verdiğinden bu yana ve Türkiyedeki siyasi düzene boş yere yaranmaya çalıştıktan sonra, şimdi Türkiye içindeki askeri ve siyasi faaliyetini artırmış durumda. Buna karşılık olarak, Türk ordusunun Irak sınırı yakınlarındaki PKK güçleri ile savaşmak için güneydoğu bölgesine 250.000 askerlik bir yedek güç kaydırdığına dair haberler yayınlanıyor. Büyükanıt, Perşembe günü yaptığı açıklamada PKKya karşı top yekun bir taarruzun başlatıldığını söyledi. 8 Nisanda Kürt gerillalar dokuz Türk güvenlik görevlisini öldürdüler.
Türk ordusunun önümüzdeki günlerde PKK güçlerini kendi güvenli bölgelerinde sıkıştırmak için Irakın kuzeyine saldırması tehlikesi giderek büyüyor. Bunun sonucu olarak, Ankara, Washington ve kuzey Iraktaki Kürt liderler, yani Barzani ve Talabani arasındaki gerilimler son birkaç aydır tırmanıyor. Geçtiğimiz ay Ankara ile Kürt liderler, özellikle kuzey Iraktaki özerk Kürt bölgesinin başkanı Barzani arasında yaşanan bir söz düellosuna tanık oldu.
Bu kampanyanın doruk noktası, Perşembe günü Genel Kurmay Başkanı Büyükanıt tarafından düzenlenen ve bütün kuvvet komutanlarının üniformaları ile katıldıkları bir basın toplantısı oldu. Büyükanıt, AByi Türkiyede azınlık "icat etmek"le suçladı, ancak ABDye karşı doğrudan bir eleştiri yöneltmedi. Bunun yerine kuzey Iraka yönelik bir sınır ötesi operasyonun gerekli olduğunu ve Türk ordusunun harekete geçmeye hazır olduğunu ilan etti ama harekatı başlatmanın siyasi bir karar olduğunu da vurguladı. Bu, hem Iraklı Kürt liderlerden meydan okuyan tepkilerin gelmesine, hem de Washingtondan tarafları uzlaştırmaya yönelik seslerin yükselmesine yol açtı.
Kuzey Iraktaki Kürt özerk bölgesinin başkan yardımcısı Kemal Kerküki, "Kürt bölgesi topraklarına yapılacak bir askeri operasyonun, doğrudan Iraka savaş açmak anlamına geleceğini" belirtti. Kerküki, Türkiyenin PKKnın kuzey Irak hükümetinden askeri ve ekonomik yardım aldığı iddialarının hiçbir dayanağının olmadığını söyledi.
Bu açıklama, Barzaninin Şubat ayının sonunda yapılan, ancak kısa bir süre önce yayınlanan bir söyleşide, Türkiyenin Kürtlerin zengin petrol yataklarına sahip Kerkük şehrinin Kürt özerk bölgesine bağlanması planlarına müdahale etmesi durumunda Iraklı Kürtlerin de PKKnın asıl olarak faaliyet gösterdiği Türkiyenin güneydoğusuna müdahale ederek karşılık vereceklerine dair sözlerinin üzerine geldi.
Barzaninin yaptığı bu açıklamanın ardından Ankara, Irak hükümetine resmi bir ültimatom gönderdi. Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, Bağdatın "beklendiği şekilde" yanıt vermemesi durumunda "gerekli olanı" yapacaklarını söyledi. Bakanlık sözcüsü verilen ültimatomda Irak yönetiminden sınır güvenliğinin sağlanmasının ve PKK üyelerinin yakalanarak Türkiyeye teslim edilmelerinin istendiğini belirtti.
Bunun hemen sonrasında Washington duruma müdahil oldu. ABD Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Scan McCormack, PKK ile mücadele edilmesi gerektiğini kabul ettiklerini, ancak bunun Türkiye tarafından tek taraflı bir müdahale yoluyla yapılmaması gerektiğini söyledi. Washington, krizi yatıştırmaya yardımcı olmadığı için Barzaniyi de eleştirdi. ABD Dışişleri Bakanlığının Avrupa ve Avrasya işleri sekreter yardımcısı Dan Fried daha da ileri giderek Barzaniyi akılsız" davranmakla suçladı.
Washington geçmişte, Türkiyenin kuzey Iraka yönelik askeri müdahale yapma tehditlerine daha sert tepkiler vermişti. Ancak bu kez, Türkiyede kısa süre içinde yapılacak cumhurbaşkanlığı seçimi ile ardından bu yıl içinde yapılacak olan genel seçimler nedeniyle kırılganlaşan siyasi durumu açıkça göz önünde bulunduruyor.
AKP hükümetinin Büyükanıtın önerisine uygun davranarak, bir sınır ötesi harekat emri vermesi durumunda, bu AKP ile ABD arasında bir kopuşa yol açacaktır. Eğer bu olmazsa, AKP, Kürt "bölücülüğüne" teslim olduğu için saldırıya uğrayabilecektir.
Cumhurbaşkanlığı seçimi
Iraklı Kürtler ile Türkiye arasındaki kriz ordu için bundan daha iyi bir zamanda patlak veremezdi. Ordu, Türkiyenin yeni cumhurbaşkanının seçilmesiyle ilgili olarak AKP hükümeti üzerinde muazzam bir baskı kurdu. AKP genel başkanı ve başbakan Recep Tayip Erdoğan uzun zamandır cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturmayı arzuladığının işaretlerini veriyordu. Ordu şu anda AKP hükümetine sınır ötesi bir operasyona izin vermesi için baskı yaparak, AKPyi cumhurbaşkanlığı seçiminin hemen öncesinde bir mayın tarlasının içine itiyor.
Cumhurbaşkanı meclis tarafından yedi yıllık bir süre için seçiliyor ve üniversitelerin rektörlerini, Devlet Denetleme Kurulu üyelerini ve başkanını, Anayasa Mahkemesi üyelerini ve Danıştay üyelerinin dörtte birini atamak gibi önemli yetkilere sahip. Cumhurbaşkanı aynı zamanda Yargıtay, Cumhuriyet Başsavcısı ve Yargıtay Cumhuriyet Başsavcı vekilini, Askeri Yargıtay üyelerini, Askeri Yüksek Mahkemesi üyelerini, Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu üyelerini seçiyor. Bunlar Kemalist düzenin kaleleridir ve İslamcılar bir İslamcının cumhurbaşkanı olması durumunda bu kaleleri tek tek ele geçirebilirler.
Erdoğanı başbakan olmadan çok önce, 15 Ocak 2000 yılında, PKK lideri Öcalandan "Sayın Öcalan" diye söz etmekle suçlayan CHP lideri Baykal, kendi adına, Erdoğana kişisel olarak saldırmayı tercih etti. Erdoğan bu güçsüz saldırıyı savuşturmayı başardı. Her ne kadar bu suçlama nedeniyle Türk Ceza Kanununun 215. maddesine dayanarak "suçu ve suçluyu övme" "suçunu" işleyip işlemediğini belirlemek için hakkında bir savcılık soruşturması başlatıldıysa da, kısa süre sonra Erdoğanın sözlerinde herhangi bir suç öğesinin olmadığı tespit edildi.
Can havliyle kimi başka girişimlerde bulunuldu. Bunlar içinde özellikle anayasanın yeniden yorumlanması fikri öne çıktı. Buna göre cumhurbaşkanı seçimi için yapılacak oturumların "açılabilmesi" için meclisin üçte iki çoğunluğunun toplantı salonunda bulunması gerektiği öne sürülüyor. AKP şu anda 354 sandalyeye sahip ve Meclis başkanı oylamada oy kullanamıyor. Bu mantıkla AKPnin cumhurbaşkanını seçebilmesi için 14 sandalyeye daha gereksinimi bulunuyor. AKP, 1989da, 8. Cumhurbaşkanı Turgut Özalın seçilmesi sırasında oturumun üçte ikinin altında bir çoğunlukla açılmış olduğunu öne sürüyor. Buna CHP "sui-misal misal olmaz" diye karşılık veriyor.
2005ten bu yana kasıtlı olarak körüklenmekte olan milliyetçiliğin AKPnin şu anda alacağı kararlarda belirleyici bir rol oynaması bekleniyor. Milliyetçi dalga, devletin açık muhalifleri bir yana, yazarları, çevirmenleri, aktivistleri ve diğer aydınları mahkeme kapılarında süründürerek zaten bir gözdağı ortamı yaratmış durumda. Şu anda sahne Erdoğanın kendisinin ya da bir başka İslamcının Türkiyede devlet iktidarının zirvesini ele geçirmekte ısrar etmesi durumunda, AKP ile yaşanacak bir çatışma için hazır hale getirilmiş durumda.
Benzer bir durum 1997 yılında yaşandı. Ordu, imam hatip liselerinin zayıflatılmasını hedefleyen bir ültimatom verdikten sonra, İslamcıların büyük ortak olduğu hükümete sekiz yıllık kesintisiz zorunlu eğitimi uygulamaya koyması için baskı yaptı. 1997 yılının Mayıs ayında yüz binlerce İslamcı, bir gövde gösterisi yapmak için İstanbulda çok büyük bir gösteri düzenlediler ve akademisyen Doğu Ergil bu gösterinin hemen ardındanTurkish Daily Newsta şöyle yazdı: "Son yapılan Sultanahmet gösterdiğinin kanıtladığı gibi, [İslamcılar] bir parmak şıklatmasıyla seferber olabiliyorlar ve bir milyon insanı sokağa çıkarabiliyorlar." Ne var ki, "laik" cephe bu mitingde atılan şeriat sloganlarını yakın bir gerici tehdidin kanıtı olarak kullanınca, İslamcıların yaptığı bu karşı atak ters tepti.
Görüldüğü kadarıyla AKP böyle bir çatışmadan kaçınmak istiyor. Ne var ki, bu kez Kemalist kurumlar İslamcı hükümete karşı bir gösteri düzenlediler. Cumartesi günü ADD tarafından düzenlenen ve CHP, DSP, İP, Türk-İş ve aynı zamanda aşırı sağcı MHP tarafından desteklenen "Cumhuriyet Yürüyüşü"yle, düzenleyenlere göre -asıl olarak iyi eğitimli orta sınıf katmanlardan gelen- "yüz binleri" bir araya getirmeyi başardı. Kimi tahminlere göre yürüyüşe katılan insan sayısı 100.000 ile 200.000 arasında değişiyordu.
Bu her halükârda büyük bir gösteriydi ama hükümet aleyhine iki yıldır kesintisiz olarak sürdürülmekte olan kampanyanın ardından gelmişti. Cumhurbaşkanı Sezer geçtiğimiz Cuma günü bu kampanyaya komutanlardan önce zımnen destek verdi: "Türkiye'de siyasal rejim, Cumhuriyet kurulduğundan beri, hiçbir dönemde günümüzde olduğu kadar tehlikeyle karşı karşıya kalmamıştır. Laik Cumhuriyet'in temel değerleri ilk kez açıkça tartışma konusu yapılmaktadır. İç ve dış güçler, bu konuda aynı amaç doğrultusunda çıkar birliği içinde hareket etmektedir."
Sezer, AKPli birinin cumhurbaşkanı konusunda üzeri pek de kapalı olmayan bir biçimde yaptığı uyarıda, "Cumhurbaşkanı, Cumhuriyet'in ilkelerinden ve anayasal içeriklerinden yana taraftır, Anayasa'nın buyurucu kuralları karşısında taraf olmak zorundadır. Başka ve güncel bir deyişle, bu ilkeler ve onların anayasal içerikleri Türkiye Cumhuriyeti Devleti rejiminin kırmızı çizgileridir." Büyükanıt, Perşembe günü yaptığı basın toplantısında hemen hemen aynı şeyi söyledi: "Cumhuriyetin temel ilkelerini benimsemiş, bunu da geçmişte yaşamına geçirdiğini ispat etmiş bir cumhurbaşkanı istiyoruz."
Erdoğan gösteriden sonra pek fazla etkilenmiş görünmedi ve soğukkanlı bir biçimde, "demokratik bir Türkiyede böyle bir barışçı gösteri gördüğüm için mutlu oldum," dedi. İslamcı medyada da herhangi bir panik havası yoktu.
Erdoğan, artan baskılar karşısında, 2006 yılının Kasım ayında ""İlla da ben olacağım diye bir iddiam yok," diyerek küçük bir ödün vermişti. Yine de meclis dışından birinin cumhurbaşkanı seçilmesi olasılığını dışlamıştı: "Cumhurbaşkanı adayının parlamento dışından seçilmesi bir acizlik örneğidir. Biz böyle bir acizlik içinde olmayacağız."
O zamandan bu yana AKP düşük bir profil çizmeye ve ordu ile herhangi bir çatışmadan kaçınmaya çalıştı. Parti, yapılan tartışmaları olabildiğince sınırlamak için cumhurbaşkanı adayını, 25 Nisana -adaylık başvurularının sona ermesinden bir gün öncesine kadar- belirlemeyeceğini açıkladı.
Kemalist düzenin kurumları bir İslamcının cumhurbaşkanı seçilmesi durumunda İslamcıların rejimi gasp edeceklerini ve devletin niteliğini değiştireceklerini öne sürüyor. Bu iddia bir ölçüde haklılık payı içeriyor; ne var ki tarih Kemalistler tarafından bugün kullanılmakta olan yöntemlerin sürekli olarak İslamcı partileri güçlendirdiğini ortaya koyuyor. 1980 askeri darbesinden sonra İslamcı çevrelerle yakın bağları olan Turgut Özal iktidara geldi. 28 Şubat 1997 askeri müdahalesinin ardından, 2002 seçimlerinde İslamcılar AKP ile iktidara geldiler.
İslamcı partilerin yükselmesinin kökeninde Stalinizmin ihaneti ve burjuva milliyetçiliğinin Türkiyede ve uluslararası düzeyde, ardında gerici ve etnik milliyetçi siyasi eğilimler tarafından kullanılan büyük bir siyasi boşluk bırakarak çökmüş olması yatmaktadır. 2002 yılında, meclisin Kemalist kliğin egemenliğinde olduğu bir zamanda yapılan genel seçimlerde milletvekillerinin yüzde 90nından fazlası meclis dışında kaldı.
Kemalistler yozlaşmış devlet bürokrasisini, orduyu ve geleneksel büyük bankaları ve şirketleri temsil ederlerken, İslamcılar burjuvazinin hiç de daha az acımasız olmayan, ancak kendi zenginleşme süreçlerini daha kolaylaştırmak için mevcut yapıları parçalamak isteyen daha yeni katmanlarını temsil ediyorlar. Her iki kampın da ilerici bir yanı yok. Kemalistler tarafından laiklik savaş çığlığı altında yürütülen milliyetçilik ve baskı kampanyası son tahlilde işçi sınıfının demokratik haklarını hedef almaktadır.